30 Eylül 2019 Pazartesi

Fonetik Sanat Nedir

Fonetik sanatlar edebiyat ya da müziktir. Fonetik veya sesbilgisi bir dildeki seslerin oluşumunu, aktarılmasını ve algılanmasını inceler. Bir dilin en yalın ve temel öğesi olan ses, insan gırtlağındaki ses tellerinin titreşi-miyle oluşur; küçükdil, dil, dudaklar, damak, geniz, dişler gibi organlarla değişik nitelikler kazanır. Fonetik insan sesiyle ilgili çalışmalar yapar. Doğadaki öteki canlıların veya cansız­ların çıkardığı sesler fonetiğin uğraş alanı dışında kalır. Fonetik, insanın çıkarabildiği tüm sesleri incelerken belirli bir dile bağlı kalmaz. Başka bir deyişle fonetik bir dildeki sesleri değil, genelde sesleri inceler.

Ülkemizdeki Fonetik Sanatlar

 Osmanlı Döneminde Fonetik Sanatlar

 (1299-1922) Yaklaşık 600 senesi kapsayan bu dönemde, Türk müzik kültürünün üç ana türü olan halk müziği, geleneksel sanat müziği ve geleneksel askeri müzik, 19. Yüzsenesin ilk çeyreğine kadar Türk müzik yaşamına tümüyle egemen olmuş, 1826'dan başlayarak İstanbul'un saray çevresinde ülkelerarası sanat müziğinin örnekleri de seslendirilmiştir. Tarih içerisinde kendi köklü geleneğini oluşturarak vatandaşlarımızın duygu ve fikirlerini ifade eden halk müziğimiz, yalınç, içtenlikli bir anlatımla halkın genel, ortak anlayışını, yaşam ve beğeni biçimini, umutlarını, özlemlerini temsil etmiştir. Kırsal kökenli ve din dışı özellikte olan Türk halk müziği, şiirden de güç alarak toplumun sorunlarına eğilmiş, ustalıklı ezgisel ifade düzeyini geliştirmiştir. Bu müziğin önde gelen özellikleri, makamsal, anonim ve din dışı olmasıdır. Bütün formlarında geleneksel Türk müziğinin perde dizgesi kullanılmıştır. Ezgiler bezeklidir, sekilemeler yoğun biçimde yer alır. Ritmik perspektiften ise "usûllü" ve "usûlsüz" olarak ikiye ayrılır: Kırıkhavalar, uzunhavalar. Kırıkhavalar, genellikle "türkü" ismiyle tanınan ritmik ezgilerden oluşur. Bu grupta yer alan formlar, koşma, varsağı, mâni, karşılama, semai gibi adlarla belirlenmiştir. Uzunhavalar ise doğaçtan söyleniyor izlemini veren usûlsüz ezgilerdir. Çeşitleri genelde bölgesine göre adlar almıştır: Maya, bozlak, hoyrat, gurbet. Halk müziği formları yalındır, genelde bir bölümlü biçimden oluşmuştur. Seslendirme öğeleri ise üç yönden önem kazanır: Ağız, tavır, düzen. Osmanlılar döneminde halk müziğimiz, kırsal kesimde yaşamakta olan yoksul nüfus ile yönetici konumundaki üst kesimin çelişkilerini halk adına ifade eden bir işlev de taşımıştır. Lâvta; görünümü uda benzeyen telli çalgının en belirgin özelliği, tellerinin parmakla çekilerek çalınmasıdır. 16. Ve 17. Yüzyılda Avrupa'da da kullanılmış olan Lâvta, Türk müziğinde 19. Yüzyılda yoğun şekilde kullanılmıştır. Avrupa'da kullanılan örneklerinden ayırmak için Alaturka Lâvta adı ile da anılan Türk Lâvtası'nın uda göre en önemli farkı, sapının perdeli oluşudur. Geleneksel Türk sanat müziği, soylu, derinlikli özellikleriyle "divan musıkisi", "klâsik Türk müziği" gibi adlarla da anılmış, özünde her zaman kentsel Osmanlı müziğini temsil etmiştir. Bu müzik, dinsel ve din dışı olmak üzere ikiye ayrılır. Dinsel yönüyle "cami müziği" ve "tasavvuf müziği"ni kapsar. Din dışı formların önde gelenleri, şarkı, aranağme, gazel, taksim, peşrev, medhal, saz eseri, semai, beste, kâr, kâr-ı natık ve fasıl'dır. Türk müziğinin teorik temelleri, 15. Yüzsenesin başlarında Maragalı Abdülkadir tarafından geliştirilmiş, bu bilgini 15. Yüzyılda Hızır bin Abdullah ve Ladikli Mehmet Çelebi gibi teorisyenler izlemiştir. Geleneksel sanat müziğimizin gelişimi, 16. Yüzyıldan başlayarak yükseliş göstermiş, dinsel ve din dışı büyük formlarda bestelenen eserler, müziğimizin derin ifadeli, dokunaklı anlatımını örneklemiştir. 17. Yüzsenesin önde gelen bestecisi Hafız Post'tur (1620?-1694). Bu yüzyılda, Lehistan asıllı Ali Ufki Bey, batı notasyonundan yararlanarak geliştirdiği özgün müzik yazısıyla 400 kadar eseri, "Mecmua-i Saz-ü Söz" başlıklı kitapta toplamış, Kantemiroğlu ismi ile tanınan Prens Dimitrius Cantemir (1673-1727) ise "Ebced" olarak bilinen müzik yazısıyla 349 çalgı müziği eserini yazıya geçirerek müzik tarihimize çok kıymetli bir koleksiyon bırakmıştır. Türk müziğinin en büyük bestecilerinden biri, yazdığı dinsel ve din dışı büyük formlarla tarihe geçen Buhurizade Mustafa Itrî Efendidir (1638?-1712). Bir "Lale Devri bestecisi" olarak ün kazanan Tanburî Mustafa Çavuşun (vefatı 1745 dolayları), din dışı büyük ve küçük formdaki eserleri günümüzde de seslendirilmektedir. Itrî'den sonra yaşamış en yetenekli bestecilerden birisi olarak ön plana çıkan İsmail Dede Efendinin (1778-1846) yaklaşık 500 eserinden bu güne 288'i gelebilmiştir. 19. Yüzyıla girerken, kendisi de bir besteci olan Sultan III. Selim'in hazırlamış olduğu ortam, geleneksel müziğimizdeki gelişimi hızlandırmıştır. Onu izleyen Sultan II. Mahmut da yenilikçi bir hükümdar olarak müzik yaşamımıza sağlamış olduğu olanaklarla anılır. Dr. Suphi Ezgi (1869-1962), tıp doktoru olmasına rağmen, yapmış olduğu çalışmalar ile, Türk Müziği ses sisteminin bilimsel temellere oturtulması konusunda büyük katkılarda bulunmuştur. 1923 senesinde emekliye ayrıldıktan sonra, tamamen müzikle ilgilenmiş, 1932 senesinde Belediye Konservatuvarı Türk Musikisi Tetkik ve Tasnif Heyeti üyeliğine getirilmiştir. 1947'ye kadar süren bu görevi sırasında unutulmaya yüz tutmuş pekçok eserin notasını yayımlamıştır. 1933 ile 1953 yılları arasında 5 cilt olarak yayınını yaptığı Nazari ve Ameli Türk Musikisi adlı çalışmasında, Türk Müziğinde makamları ve usulleri tanımlayıp sınıflandırmıştır. Hüseyin Sadettin Arel ile beraber ortaya koydukları ve Arel-Ezgi sistemi olarak anılan kuram ise, Türk Müziği öğretiminde ve yorumunda yaygın bir kabul görmüştür. 19. Yüzyılın ikinci yarısında şarkı bestecisi yönüyle ön plana çıkan iki büyük yetenekle karşılaşılır: Hacı Arif Bey (1831-1885) ve onun öğrencisi Şevki Bey (1860-1891) 20. Yüzyılda geleneksel sanat müziğimiz, köklü bir birikim olan "klâsik" üslûbu bu yüzyılın ilk çeyreğinde korumuştur. Tanburî Cemil Bey (1871-1916), tarihimizin en kıymetli çalgı müziği bestecilerindendir. Dr. Suphi Ezgi (1869-1962), Rauf Yekta Bey (1871-1935) ve Hüseyin Saadettin Arel (1880-1955) gibi besteci, teorisyen ve müzikologlarımız, geleneksel müziğimizin bütün yönleri ve değerleriyle bu güne ulaşmasını sağlamışlardır. Geleneksel yönüyle Türk askerî müziği, ortaçağda Asya'daki "Tuğ" adı verilen çalgı topluluklarıyla boy vermiş, Anadolu Selçuklu Devleti'ndeki "Tabılhaneler" de bir eğitim disiplini çerçevesinde geliştirilerek Osmanlılarda "Mehterhane"ye dönüşmüştür. Görkemli ses gücünün icra gösterisi özelliği ile etkileyici olan mehter müziğinin seslendirilişinde geleneksel üflemeli ve vurmalı çalgılar kullanılmıştır. Özellikle 1683 Viyana kuşatması sırasında Avrupalıları etkileyen mehter müziği, aksak ritimleri ve geleneksel çalgıların ses renkleriyle batılı bestecilerin alakasını çekmiş, "Türk stili" manasına gelen "alla turca" stil giderek yaygınlaşmıştır. Haydn, Mozart, Beethoven, Weber, Brahms gibi besteciler, "alla turca" stilde eserler yazmışlardır. Mehterhane, 1826 senesinde yeniçeri ocağıyla beraber kapatılmış, Fatih Sultan Mehmet tarafından geliştirilen bu köklü askeri müzik geleneği yerini bando topluluklarına bırakmıştır. 19. Yüzyılın Osmanlı müzik yaşamında gözlenen enterasan bir değişim, özellikle 1839 Tanzimat Fermanı'ndan sonra hızlanan batılılaşma eğilimlerinin müzik alanında canlılık kazanmasıdır.

0 Yorum:

Yorum Gönder

Kaydol: Kayıt Yorumları [Atom]

<< Ana Sayfa